Orada

Orada

gerçek savaş sessizliğin mayasıydı ilahilerle dolu ağıtlar
taşların sığınağı ölülerin sessiz yürüyüşü
vedalaşarak helal etmek.

sarılmanın buruk hatırası
toz yıldızlar
başka dillerin acıları
adımız çürük gelincikler gibi soluyordu kayıp yağmurun şifresi
yalnız kırlangıç çığlıkları
bir hafıza sızıntısı
ateşi bekliyorum o büyük yağmurun buluntusunu istiyorum
kimseler var mı?

Sistius’un hırkası

sistius, hiçbir şeyi denemeden bırakmadılar
seni övmekten vazgeçmediler.
bu hataların bir işe yarayıp yaramadığını görmek için
senin için dua bile ettiler
seni yağladılar
seni parlatıp
biraz daha dokunabilmek için
ağızları yarı açık halde seni öptüler.

sistius,
senin için bir mantık yok mu
gece geç saatlerde,
eski bir bahçede sessizce duruyorsun
cildin taş kadar soğuk
yüzünde metalik bir ses
perdelerin kayışları kopmuş
bacaklarının arasında bir metre uzunluğunda kıllar var.

ama sistius,
seni böyle sevemem
oblomov’un yeşil paltosu gibi
ter kokuyorsun, dalgınsın,
yarı uykulu bir teslimiyet halindesin.

benim Sistio’m, benim sahtekarım,
bu huzursuz bahçeye gel
kırbacım seni çalılarda arıyor
seni nazikçe okşayacağım
her dokunuş anıları silecek
sonra
sana bir nefesle anlatacağım
sahtekar sistio
alçak sistio.
……
Art
Dario L. Gi

Hiçlik

Kırık mermerlerin üzerinde, sadece rüzgarın ve çatlaktan sızan suyun sesinin olduğu terk edilmiş bir tapınakta, iki varlık birbirine bakıyordu. Biri, göz bağı yırtılmış, terazisi eğrilmiş, tunç rengi teni solmuş bir heykelden farksızdı: Justitia. Diğeri ise, adı ve geçmişi unutulmuş, yüzü yorgunluk ve tozla kaplanmış, elinde paslı kılıcı olan bir savaşçı: Valarus.

Valarus, boğuk ve yorgun bir sesle konuştu:
“Hiçlik geliyor,Justitia. Sözcükleri yiyor. Anıları silikleştiriyor. Artık ne için savaştığımı bile hatırlamıyorum. Sadece bu kılıcın ağırlığını biliyorum.”

Justitia’nın sesi, uzak bir gök gürlemesi gibiydi:
“Ben de adaletin tanrıçasıyım.Ama ne doğru kaldı, ne yanlış? Terazimin kefeleri boş, Valarus. Hiçlik onları da çaldı.”

Valarus, kılıcını havaya kaldırdı. Çeliği, artık savaş naralarını değil, kaybolmuş bir zamanın yankılarını taşıyor gibiydi.
“Öyleyse savaşamayız.Anlamı olmayan bir savaş, bir katliamdır.”

Tam o anda, Hiçlik, tapınağın kemerlerinden sızdı. Sessiz, renksiz, kokusuz bir girdaptı. Dokunduğu mermer parçaları silikleşiyor, anlamını yitirip sadece bir iz olarak kalıyordu. Bu bir yok oluş değil, bir “hiç” oluştu.

Valarus, kılıcını Hiçliğe doğru savurdu. Ama kılıç, bir düşman etini kesmiyor, bir gölgeyi yırtmaya çalışıyor gibiydi. Her savuruşta, kılıcın anısı, onu nasıl dövdüğü, ilk kimin canını aldığı, Hiçlik tarafından emiliyordu. Kılıç, fiziksel olarak sapasağlamdı ama ruhu, anlamı yok ediliyordu.

Justitia, eğri terazisini Hiçliğe doğru tuttu.
“Yargılamak istiyorum seni!Ama sen… sen ne suçlusun, ne masum! Yargılanamazsın!”

Ve o zaman Valarus, kılıcını yere çakıp, göğsünü gere gere Hiçliğe doğru yürüdü. Savaşçı gururuyla değil, derin bir hüzünle. Ve aryasını söylemeye başladı.

Bu bir savaş çığlığı değildi. Bu, var olan her şeye, sevdiği her yüze, kaybettiği her dosta, içtiği her şaraba, gördüğü her gün batımına bir vedaydı. Aryası, tapınakta yankılandı; notalar, Hiçliğin sessizliğine meydan okuyan küçük, parlak kıvılcımlar gibiydi. Şarkı sözleri kaybolmuş zamanlardan, unutulmuş aşklardan, bozulmamış güzelliklerden bahsediyordu.

Justitia, Valarus’un aryasını duydukça, tunç bedeni titremeye başladı. Gözlerinden, binlerce yıl sonra ilk kez, mermer tozuyla karışık bir damla yaş süzüldü. Bu bir teslimiyet gözyaşı değil, bir uyanıştı. Adalet, soğuk kurallar değildi. Adalet, Valarus’un aryasında saklıydı; o son kırılgan güzellik, o son anlam parçası için verilen mücadeleydi.

Hiçlik, aryanın notalarına dokunduğunda, onları hemen yutamadı. Notalar, kılıçlardan daha dirençli çıktı. Bir an için, Hiçliğin ilerleyişi yavaşladı, girdabında bir tedirginlik oldu.

Valarus, son notasını söyledi. Aryası bitti. Hiçlik, üzerine doğru son bir dalga gibi çöktü. Justitia, terazisini fırlatıp attı ve son bir kez, Valarus’un önünde durdu, kollarını açtı.

“Gözlerim bağlı değil,” diye fısıldadı. “Seni görüyorum.”

Valarus, aryasının son yankısıyla birlikte, sadece bir an için, Justitia’nın gözlerindeki o mermer parıltıyı gördü. Sonra, Hiçlik onları da yuttu.

Tapınakta artık sadece sessizlik vardı. Kılıç, paslı bir demir parçası olarak yerde yatıyordu. Terazi, iki eğri metal. Ne bir kahraman, ne bir tanrıça. Hiçlik, onların hikayesini de, anılarını da almıştı.

Ama o son arya, o son kahramanlık ve merhamet anı, fiziksel bir formu olmadan, belki de Hiçliğin tam kalbinde, tanımsız, isimsiz, saf bir yankı olarak titreşmeye devam etti. Çünkü bazı şeyler, hiçliğin bile tamamen yutamayacağı kadar güçlüdür.

çağrılmayanların ilahisi

/
bataklık.
gece yalnızca karanlık değildir
bir yerden fısıltılar yükseliyor
çağrılmayanların iniltileri
çamurun derininde yankılanan kadim diller.
orada, suyun altında
insan dişlerinden örülmüş labirentler
kayıp nesillerin çığlıklarıyla taşlaşmış duvarlar
zaman durmaz, sadece boğulur.
/
çağrılmamış olmanın bedelleri var
lilith’e dokunmak için yola çıkanlar,
birinin yalnızlığını anlamayanlar
kanlarında sisyphus’un lanetini taşıyanlar
her biri aynı sessiz törene çağrılır gibiydiler.
kurbağaları dinleyin.
bataklığın kalbindeki organları dinleyin
her nefes alışta, unutulmuş medeniyetler çöküyor
bazıları ağlıyor, bazıları gülüyor
her biri aynı koro
çağrılmayanların yankıları bunlar.
/
ben
yalnızların ağzındaki zehri içiyorum
dudaklarım soğuk,
tıpkı beynimi delen o ince ölümler gibi.
lilith gibi
yasak bilginin dili,
karanlığın rahmi,
ilk isyanın tohumu.
kurbağaların gözleriyle aydınlanan mağaralar,
insan kaburgalarıyla işaretlenmiş girişler
ve içeride,
duvarlara örülmüş yalnızlıklar oturuyor.
ben de onların arasındayım
sen de çağrılmayanlardansın.

*****
belki de biz,
bir kurbağanın boğazında sıkışmış çığlıklarız.
belki de çağrılmamanın bedeli,
hiçlikten çağrılmaktır.
.
fotoğraf.pinteres

sinematik

ekranın ışığı yüzüme vuruyordu, sanki bir türbeye girmişim gibi. tool’un videosu dönüyordu . o garip, ritmik kıyamet. davullar kalbimi söküp başka bir yere koydu. gitarlar betonun damarlarını çatlatıyordu.

ve birden… girdim.
ekranın içindeydim artık.

renkler delinmişti. kırmızı, siyah ve pas.
gökyüzü yağ değil, ses kusuyordu. binalar nefes alıyor, kablolar dua ediyordu.
ellerimden duman yükseldi ,fark ettim ki yangın benmişim.

her şey titreşiyordu. yerdeki cam parçaları, benim adımı mırıldanıyordu.
“sen başlattın,” dediler.
evet, dedim. ben başlattım.
dünyanın yanışını izlemek kadar arınmış bir şey yoktu.

alevler insan biçimindeydi, müzikle kıvranıyorlardı. davul her vurulduğunda bir şehir yandı kül oldu.
gitar sustuğunda, sessizlik paramparça oldu.
ve ben ortada, yangının merkezinde duruyordum.

sonra video bitti.
ekran karardı.
ama duman hâlâ odamın içindeydi.

adsız

çıplak ağacın yarası
bir fahişenin öpücüğü kanattı onu.
solmuş gazete kupürlerinden,
zamanın çürüttüğü yeminler döküldü,

ve bir damla,
o soğuk dudaklardan sızan
tek gerçek, tek sıcak aşk izi,
bir damla kan.

biz, kırık camların, tozun,
yarına asla ulaşamayan nefeslerin mirasçıları
her bozulan yeminin
kefensiz gömüldüğü o eski hikayeler
kayıp
uluyan bahçeler, yalnız çiftler gibi.