Kırık mermerlerin üzerinde, sadece rüzgarın ve çatlaktan sızan suyun sesinin olduğu terk edilmiş bir tapınakta, iki varlık birbirine bakıyordu. Biri, göz bağı yırtılmış, terazisi eğrilmiş, tunç rengi teni solmuş bir heykelden farksızdı: Justitia. Diğeri ise, adı ve geçmişi unutulmuş, yüzü yorgunluk ve tozla kaplanmış, elinde paslı kılıcı olan bir savaşçı: Valarus.
Valarus, boğuk ve yorgun bir sesle konuştu:
“Hiçlik geliyor,Justitia. Sözcükleri yiyor. Anıları silikleştiriyor. Artık ne için savaştığımı bile hatırlamıyorum. Sadece bu kılıcın ağırlığını biliyorum.”
Justitia’nın sesi, uzak bir gök gürlemesi gibiydi:
“Ben de adaletin tanrıçasıyım.Ama ne doğru kaldı, ne yanlış? Terazimin kefeleri boş, Valarus. Hiçlik onları da çaldı.”
Valarus, kılıcını havaya kaldırdı. Çeliği, artık savaş naralarını değil, kaybolmuş bir zamanın yankılarını taşıyor gibiydi.
“Öyleyse savaşamayız.Anlamı olmayan bir savaş, bir katliamdır.”
Tam o anda, Hiçlik, tapınağın kemerlerinden sızdı. Sessiz, renksiz, kokusuz bir girdaptı. Dokunduğu mermer parçaları silikleşiyor, anlamını yitirip sadece bir iz olarak kalıyordu. Bu bir yok oluş değil, bir “hiç” oluştu.
Valarus, kılıcını Hiçliğe doğru savurdu. Ama kılıç, bir düşman etini kesmiyor, bir gölgeyi yırtmaya çalışıyor gibiydi. Her savuruşta, kılıcın anısı, onu nasıl dövdüğü, ilk kimin canını aldığı, Hiçlik tarafından emiliyordu. Kılıç, fiziksel olarak sapasağlamdı ama ruhu, anlamı yok ediliyordu.
Justitia, eğri terazisini Hiçliğe doğru tuttu.
“Yargılamak istiyorum seni!Ama sen… sen ne suçlusun, ne masum! Yargılanamazsın!”
Ve o zaman Valarus, kılıcını yere çakıp, göğsünü gere gere Hiçliğe doğru yürüdü. Savaşçı gururuyla değil, derin bir hüzünle. Ve aryasını söylemeye başladı.
Bu bir savaş çığlığı değildi. Bu, var olan her şeye, sevdiği her yüze, kaybettiği her dosta, içtiği her şaraba, gördüğü her gün batımına bir vedaydı. Aryası, tapınakta yankılandı; notalar, Hiçliğin sessizliğine meydan okuyan küçük, parlak kıvılcımlar gibiydi. Şarkı sözleri kaybolmuş zamanlardan, unutulmuş aşklardan, bozulmamış güzelliklerden bahsediyordu.
Justitia, Valarus’un aryasını duydukça, tunç bedeni titremeye başladı. Gözlerinden, binlerce yıl sonra ilk kez, mermer tozuyla karışık bir damla yaş süzüldü. Bu bir teslimiyet gözyaşı değil, bir uyanıştı. Adalet, soğuk kurallar değildi. Adalet, Valarus’un aryasında saklıydı; o son kırılgan güzellik, o son anlam parçası için verilen mücadeleydi.
Hiçlik, aryanın notalarına dokunduğunda, onları hemen yutamadı. Notalar, kılıçlardan daha dirençli çıktı. Bir an için, Hiçliğin ilerleyişi yavaşladı, girdabında bir tedirginlik oldu.
Valarus, son notasını söyledi. Aryası bitti. Hiçlik, üzerine doğru son bir dalga gibi çöktü. Justitia, terazisini fırlatıp attı ve son bir kez, Valarus’un önünde durdu, kollarını açtı.
“Gözlerim bağlı değil,” diye fısıldadı. “Seni görüyorum.”
Valarus, aryasının son yankısıyla birlikte, sadece bir an için, Justitia’nın gözlerindeki o mermer parıltıyı gördü. Sonra, Hiçlik onları da yuttu.
Tapınakta artık sadece sessizlik vardı. Kılıç, paslı bir demir parçası olarak yerde yatıyordu. Terazi, iki eğri metal. Ne bir kahraman, ne bir tanrıça. Hiçlik, onların hikayesini de, anılarını da almıştı.
Ama o son arya, o son kahramanlık ve merhamet anı, fiziksel bir formu olmadan, belki de Hiçliğin tam kalbinde, tanımsız, isimsiz, saf bir yankı olarak titreşmeye devam etti. Çünkü bazı şeyler, hiçliğin bile tamamen yutamayacağı kadar güçlüdür.