uluyamam senin soğuk çerçeven ve korkunç ayinlerin ustası.
dişlerimin çekildiği tüm hikayeler ne güzel anevrizma doğurmak bir filmle oynamak gibi üzgün dudaklar ve geceleri parlayan kaburgalar asla özgür değildir cadı dilinin şehveti.
sevgilim, bana göz çukurunu ver bu iç çekişleri gidermek için oradaki havaya nem kokusu veriyor.
” Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden, İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman. İrkilip dedim: “Muhakkak pancurda bir şey olacak; Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran; Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran; Başkası değil rüzgârdan…” E. A. POE. .. Epilepsi nöbetine tutulmuş gibi odanın ortasına yığıldım kaldım. Bana ne olmuştu. Tek hatırladığım çok yorgun olduğum ve erkenden uyuduğumdu. Belki de yanlış hatırlıyorum. Bilincim çok bulanık ve uyandığımda gözümde korkunç bir acı vardı.
Girdaba düşmüş gibi kendi etrafımda dönüp durdum. Sanki yüzümün bir yerinde büyük boşluk vardı. Sanki gözüm yerinde değildi ve çok acı çekiyordum. Bütün kanım çekik, damarlarım boşalmış gibiydi. Karanlıktı ve göremiyordum. Güçlükle ayağa kalkarak elektrik düğmesine dokundum.
Sersem gibi etrafa bakınıp durdum. Lakin görme konusunda yine sıkıntım vardı. Bulanık görüyordum ve eşyaların yerini tam olarak algılayamadım.Biraz odanın içinde dolandım. Acımı bastırmaya çalıştım. Birden ıslak bir şeyin ayağıma değdiğini hissettim. Bu kandı ve aniden ağır bir koku yayıldı. Göz çukurumun ağrısından kokuyu umursamadım. Vücudumun bir parçası eksikti gibiydi.
Elimle eşyalara dokunarak güçlükle aynanın yerini buldum. Karşımdaki silüet çok tuhaf ve silik görünüyordu. Aynadaki görüntümü okşamaya başladım. Acıyan gözüme iyice aynaya yaklaştırdım. Aman tanrım! Çığlığım aynada yankılanıp gözüme çarptı. Gözümde siyah bir gül vardı ve kurumuş gibiydi. Onu alıp parçalamak istedim lakin söküp atmam mümkün olmadı.Delirmiştim ve sesim çıktığı kadar bağırıyordum. Pencereyi açtım. Karanlığın içlerine doğru çığlık atıyordum.
……
‘Lenore – Birisi bana Lenore diye sesleniyordu.’ Lenore.. Büyük bir acı içinde uykuya sarılmıştım. Lenore kim. Ses kulağımın içinde yankılanıyordu. Sanki nefesini yüzümde hissediyordum. Karanlık ve kuzguna benzer bir gölge ruhumu içine çekiyor gibiydi. Kanım hızlanmaya başladı. damarlarımdaki gürültüyü hissediyordum ve bir türlü uyanamadım. ” Lenore”
Sadece bu fısıltıyı duyuyordum ve beynimin içinde sürekli tik, tak, tik tak saat sesi dönüyordu. ‘Lenore’..
Bir yılan gibi yatakta kıvrandım. Lenore kim. Bu fısıldayan kim. Biri sırtıma basmış gibi derin bir sıçrayışla yataktan fırladım ve döşemenin üzerine düştüm. Ayılmıştım. Bir süre etrafa bakındım. Sanki o buğulu şeyler yok olmuş gibiydi ve dışarıda inanılmaz fırtına sesi vardı. İstem dışı elimi gözlerime götürdüm. Gözlerim yerinde duruyordu ve gayet iyi görüyordum.
Dışarıdaki fırtına benim çığlığım gibiydi. Pencereden bahçedeki çiçeklere baktım. Hepsi birer birer kökünden kopup uzaklara savruluyordu. Tek bir çiçek kalana kadar fırtınanın okşayıp bozduğu bahçenin her tarafına boş boş bakındım durdum. Tam pencereyi kapatıp odaya dönecektim ki bir karaltının bahçeye düştüğünü gördüm. Bu bir kuzgundu ve içi boşalmıştı. Gözündeki kan pıhtısını görüyordum. Diğer gözü yarı aralık biçimde bana bakıyordu.
” Lenore. ….
Bir fırtınanın beynimi dağıtması gibi banyoya koşup, jiletle damarlarıma çizikler atmaya başladım. Siyah kan kollarımda akıyordu. Kuzgunun içini boşaltmıştım. Yoksa kuzgun mu kanımı çekiyordu. Ruhum bahçeye koştu. Ben yoktum. Kuzgun uçuyordu. Ben uçuyordum. Kuzgun yoktu… Ben yoktum. Kuzgun uçuyordu. Ben yoktum.
topuzlarımdan tutulmuş öksesini karnımda huşu içinde öperken tanrı bu perdesizlik bu nasıl sevişme böyle bir fahişenin sağ baldırını sömürürken terli gece bir yudum halka boynumuzdaki dikiş atılmış yaralar içinde gel yalnızlığıma otur sevgili satırla ez dudaklarımı, vanilyamız aksın soluğumuzdan ellerinden gömülü bir cinnet içiyorum diyorum sana bu bir öğreti değil olmayacak da.
birini göğsünden öpmek diğerini meme ucundan koşuyorduk ve gülümsüyordu şimdi sök ciğerlerimi, dudaklarımı rüzgârı sök yüzümü tatlı bir şurupla kapla bal damlası pişmanlığını sakla sır gibi öldür bizi kutsal mağaralarda ölülerin suyu için hisset şimdi hangi boyuta geçtik.
hayır. asırların hecesini sökebilecek bir boyna sahipken sen ne kutsal mağara, ne tanrı, ne şurup, papatya ah ölüm içinde dinginleşerek topuklarından sürükleyerek saçlarının kıvrımlarını delirecek bu baş devşir git sen sebebi yoksul bir heyelan işitilmemiş bir gürültüsün çatalımda karıncalar eğleşiyor bu saatlerde göçüyorum kendime.
hayır. ne renk sayılırız, ne ay uyanır eller kesik başlar aşağıya ve tükürüyor karnımdaki örümcekler köpürüyor ağzımın şerbeti kasıklarıma doğru dişlerim kaktüse bulanmış piç bu sanrılar ve delirmeler.
bu en büyük yaradılışın adı içe doğru bir göçüş bu bir leke mi göbek , bel ve sağ gölgenin mahremine dudağında ihanetini ödetir gibi.
bizi bir tanrı boğacak, aklanacağız dizlerimiz suç saçlarımız saklanan fahişelerle dolu ressamların parmak uçlarında soyunacak bir düşlerimiz var.
ah şu durgunluk, ulaklar geliyor fahişenin gözbebeğinden sıkı tut çıplak heykelleri köpek ve kedilerin yaralarını sev şarap içir sonra katla her şeyi koyu maviye koy hatırlanacağız o zaman, dile düşmeyelim elbette usta bir günahkârım gülersem ağzımın şerbeti erir.
ey fahişelerin kahkahası sokağı tutmuş kasıklarımızda nöbet tutan it sürüleri tanrı lambayı kaç kez söndürecek ve kaç kez vurulacağız.