Boyalara dokunuyoruz, karanlık Yokluğun saati, ölümsüz İlyada’sında troya Hep vebalı Geceleri lir çalarlar Alkole yatırılan kuklalarımız Yine sarhoş Ateşi bulalım Tanrılar özünden ayrılmışken Korkunç bağlarını bulalım gölgelerin Sımsıkı ve sürgülü kapanmış her şey Silik görüntüler ve gelince bizimle Dökmüş gözyaşını yağmur Gibi Ve sunağın soylu çiçekleri Kutlu törenler, iğrenç saçmalık mevsimleri Ne de cehennem diplerinde Ayın dönmesi Hiçlik gövdeleri ve sessizlik yuvaları İçim olsa, kırılır gider Ellerim tutacak seni Devinen ateş yenildikçe Külde keskin Uzaklık yoktur.. Oradayım…
Buzun Yalnız bir boşluğu vardı Sevebilseydik birbirimizi Bütünleyen öz Açılan boşluk, havanın böylesini Suda ararlar..
Bağlanmıştık, ama bağlanamamıştık Gözleri sürgün, ne korkunç Ürperten mutluluk, tatlı sözcükler gibi Tanrıların sessizliği bu Gel ey Beira Karanlık asayı bir kez daha vur Geçen günlerin hatrıydı bu Bu gövdelerimiz Nedendir İnen yağmuru besleyen, şaşılası değil Dibe indik Kudurmuş atlar başlar çatlamaya Ve onları öldürür birileri Bundandır Işığın değişimi Gitmekten bahsetme Ateşi söylemedim..
sevgilim, bırakılmış fırtınanın gelip oturduğu bu zamanlar hep sarhoş duruş sessiz bir kıvançla geceleri kusar kan boyunlarında hiç giyinmeden..
çok endişe bu ateşli sıtmalık, ırmak kıyıları ışığı karaltan göz ve ürperme görür gibiydik, oyun gibi istenebilir acılardan uzak kılan birbirimizde bütünlük çok ağrı haşhaşi renklerin birleştiği bu ayıklar, güne durma ve gölgesini kaybetmiş her şey uyuyalım nasılsa çağıracağım seni yüzünü boyayıp bir tabloya…
Kafa bu ya, bu çağrışım sanatına bayılıyorum. Beni de Jung incelese’ kızım sen de pek normal değilsin. Şey olmuşsun. Persona olmuşsun. Bir türlü çözemiyorum seni. Takıl kafana göre çocuğum flaşı da patlat bir güzel derdi. Patlatıyorum abi.. … James W. Horne, Stan Laurel ve Oliver Hardy’nin oynadığı big business filminden bir fotoğraf karesine bakıp gördüğümü değil de yorumlamanın nasıl olacağını seviyorum. Hyhuu hu huuu okey okey, tabi tabi derken bir fotoğrafta olan üç kişiye kulak veriyorum.
‘Abi, vallahi billahi, savaşlarla alakası olmayan biriyim. Giymişim gri paltoyu, geçirmişim kafaya şapkayı poz veriyorum. Bir amacım var. Savaşa ve iktidarlara hayır diyorum. Başka şey istemeyin benden. Ben sadece twit atarım yani. Üstelik elimde zeytin dalı var.’
Hımm, şu ortada duran adama bakıyorum. Elinde kesici büyük bir makas var. Sanki şey gibi duruyor, şey işte.. İktidarı elinde tutan, bir türlü gitmek istemeyen dünyanın her yerinde kopyaları olan diktatörler gibi mırıldanıyor..
‘ Abi, iktidarsızım, alt tarafta duran aletim bir türlü çalışmıyor. Her türlü uyarıcı içiyorum ama olmuyor. Anlayın işte’ der gibi yanında duran gri paltoluya ters ters bakıyor. Sanki ressam Michael Rose’nin seri katil Fish’in cehennemden gelen aletlerinden birini çalmış gibi elindeki aleti hafifçe yukarıya kaldırıp yeniden söyleniyor.
‘ Hımm, benim iktidarım, sizin aletinizi öyle bir keser ki tenekeci Ziya’ nın hurdalığında bulunur cesetleriniz. Elimdeki aletin büyüklüğünü görüyor musun? ‘..
Haaahhaaaa, resmin diğer tarafında bulunan siyah paltolu adam Orson Welles’ e benziyor. Birazdan her iki figürü alıp, bir anons ile the war of the worlds adlı şova konuk edecek ve bağıracak..
” Lan şapşikler, sizi medyatik maymunlara çevireceğim. Hahahhhaa romantik bağlılığınızın içine sıçayım. Hahhaaa uzaya siktir olup gidin. Hshhaaasss…
bugün buraya oturduk anlattık, anlattık, anlamadılar geceden hiç doğar mıydık? ötekileriz kırık orman, uğultulu ses biçimi kapandık toprağa beş kez vurduk elimizi anlamadılar kar yağıyordu gök, bulut içimiz akıyordu mezar üstleri altları, içimiz boş içimiz akıp gidiyordu kül.
bir yapboz parçasında eşit yansıma yok dağınık argüman orospuları balo maskeleri, susuz yaz dört mevsim vivaldi miyiz? çoğalıyor muyuz? buraya beni çiz, kaş, burun gözler karton kutulara topla nasıl olsa dağılacağız, dağınık, bir parçanın bütünlüğüne gidilmiyor kuş tüyleri topluyorduk duruyorduk durup kapanıyordu kapı arkaları avlu dipleri biz yine de biliyorduk mağaralarda bir zeytin yirmi uzanış, dies irae fısıltısı biz yine de kartonlara sığmıyorduk red ediyorduk tanrıları.
kırık mevsim, göz ucu bakışmalar burada hiç güneş doğmuyordu hiç şarkı hiç sesleri yoktu yaprakların bir lahit janis’ in sessizliği gibi bağın bozumunda şarap içtik şarap içtik ölü doğduk, güzel sustuk burada hep gördük biz döküldü ağzımızdan ne güzel karanlık, ne güzel karanlık..
bir dolduran vardı bu döküleni, söylenerek: “aydınlık için karanlık, aydınlık için karanlık.” kavmin diken tüyleri göç ediyor kuş olup oluklara ne güzel! işitilmez şu ilahi tevatürlere alışkın kulaklar, tanrı kirletir, kul aklar.
entropinin davulları çalınıyor renklerden parça parça tonun havada dalgalı dansı ışığın sızıntı oyunları aşkın anda var oluşumu oluşu-yorumun oluşu mu? substrat ahengi, hiçin galebe hepin mağlube çalışı: ne güzel… güzelin ne oluşu yer gidiyor, gök gidiyor var bir bildikleri zamlanan andır zaman retorik bir ninni sandığın ve sandığım açıl saçıl, diye diye çıkacağız lahitlerden, tarihin zifirinin tozlarını saçarak kan kabartma alfabemizle kanımızın köpüklü tarafıyla mürekkep damlaları gecenin göğünde yazacak dies irae; damlayarak… hep bir ağızdan hiçbir şey çıkmayacak sükûtla kaplanmış deriler ağızlar bir ezginin enzimleri yırtılan kasların ve kemiklerin sesleri ölmüşlerin ruhlarına değdi bir defterden bir yaprak düştü okunaksız satırların sonu… “bakunin’ in iftihar gecesi.” ve bir fosfor ışıltısı yalıyor irisleri ne güzel karanlık.
sessizce sorulan -ne güzel? sessizce verilen – karanlık.
Bir hayal Susuz zaman içiyorduk İzliyorduk Gecenin mücevherleri kırıldığında Beni yedi gece ara Beni ara Toz toza Yabani otlar gibi Bu bir ağacın gölgesinde doğum Belki yaprakları açıp yalnız otururuz Yasak yok Hepsini yedik tatlım Tüm saatleri mahvettik Blues Karahindiba, delilik ve yüzünün rengi Hatırla Nasıl yaşadım ve yerleştim…
Sevgilim Seninle tartıştığımda kanım azalıyor Adımlarınız da beş geride Bir dişin hayali tenimde kalır ama Kalanını avuç içlerime kaşıyıp Undergraund olamayacağını söylüyorum En fazla yarımı acı bir sunağa koyarım Ağzını, dilini, boynunu çıkarıyorum Takvime mastürbasyon yapıyoruz Boşaldıkça boşaldık Kendimizi boşalttık Ve hala öfkelisin Bizler kabala felsefesinde yetkin olmayan günahkarlar mıyız? Sağanak yağışlar, sağanak yağışlar Afiyet olsun…
If i want I sleep and wake up Sorrowful sopranos with garter and razor Tear apart at one end My hair grows endlessly.
Complex It’s always more than rivers, this short year White deaths Who was it for Like big pain Dark and tighter than I will undress my palms Shatter the scraps of glass Kiss my face My untamed soul …
Sevgilim diyorum ki tatlı diline hayranım Yirmi kez bir dalın kırılması Karnım açtı ama ruhum seninle dolu Mutluluk, seni her defasında Bir çanın çalması gibi Tüten sigara dumanında Nasıl şizoluk varsa, öyle Sevmeyi bildiğim için Söylevci ağız telaşı ve yarımca Ve sakalında durmaya hazır günah Öpüşme isteğimin yol ağzında Uyluk kemikleri Korkunç bir armağan..
Sevgilim Ayet edilen bu armağan kabuk ayini Işığım sen ve karanlığım Daha parlak bir mürekkep mavisi Ve yazıya verdiğimiz keder Doruğunda bulut Belki de bir dişi kurdum ben Şahdamarını uzatacak mısın Lanetli ağustos Böylesi iyi mi Belki de iyiydi Kabuki ayini Bu tapınak Ve onca öpüşler.
Ece’nin kaynağında vardı Benaresin ölünmüş kadınları Tek söz Avlu uçları Biliyorduk ve gidiyorduk İşte o zaman yağmur dipleri Kırbaç ve kırmızı Eğilip gölgelere blues söylüyorduk İşte o zaman Aforizma taşıyordu içimizde bir yer İçimiz kalktığında devam ediyorduk Işığı tırpanlayıp Bu kırılan zaman değil Sağlaması olmayan gözbebek büyümesi Örselenmiş kedi perişanlığı Yas tutun Yas tutun. Yas tutmayacağız..
Çeliğin rengi yanmadan önce Rengimi rengine vuran kadınlar Suyun ay vakti Ansızın bir fırtına gelir Korolar ve tanrılı ilahiler gibi Tanrı lanet yağdırıyor Kil tabletlerden beri Bütün bahçeler kuş ölüsü Kafatasında ipeğe sarılmış körlük Aynalardan görüyorduk Ateşin sonu, tuzun kokuşmuşluğu Bu şarkı, Sen ey duıno ağıtlarındaki incir ağacı gibi Kırmızı akıyorduk nehir ağızlarından Nehir ağzından biliyorduk İstavrit kılçıkları gibi