Silikalar

paslı su, buzun gözünde mayalanıyor
prometheus’un ateşi çalınmış sudan,
ilk maddenin hamurunu yoğuruyorduk
biz, cam-çocuklar,
hephaistos’un kırık dökümhanesinde
onu kırığından süzüp
içimizdeki mağara-gölgeye
gölgeler mağaraya
gömülü bir tının dili.

fırtınanın zamanı yuttuğu an
iplikler bir atlasın omzunda çözülüyordu
uçurum, iniltiler
charybdis’in boşluğunda sarkaçlar durmuş
sen, ben, biz
kayıt cihazlarının gölgesi,
kronos’un elinden kayan
kum taneleriyiz
ellerimizde tuttuğumuz
eriyen saat
hepsi burada-hepsi şimdi
katmanlaşıp, dökülüyordu — bu kül.
her kül, bir phoenix’in imzası.

hiçliğin merkezine yakın,
ezberleri unutuyorduk
lethe nehrinin buğusu
hatırlamanın kendisi bir unutuluştu sanki
zaman sarkmıyor
boğazda düğüm
sıkışmış
bin yıllık böcek uğultusu gibi
“şimdi” diyor, “şimdi sayılır”.
gri. her şey gri.
nirvana ile samsara
aynı gözün iki kırpımı.

insansızlar, açık alanda vızıldayanlar
modern totemler, metalik büyüler
insansızlar, hecenin üzerlerinde
dijital mantra.
bir mum, dilsiz bir kadının heceleri
sibyl’in dilinde donmuş ateş
onu yakmak için
kulaklarımız var
kulaklarımız, dionysos’un
parçalanmış bedenini
dinleyen çanaklar gibi

yakıyoruz.
alev, hermes’in yolunu
karanlıkta çiziyorduk- parmaklar
bir şeyler, belki hiçlik
belki her şey
dönüşüyorduk.

Vargitler

Ben Kolhisli Medea, İçimde konuşan ses, yüksek değil. Bağırmıyor. Daha çok, kemiklerimin içinden gelen bir uğultu gibi. Alnımda geceyi taşıdığımı biliyorum; bu bir benzetme değil, bir yük. Gecenin ağırlığı düşüncelerime çökmüş durumda. Kanımda çimlerin fısıltısını tanıyorum; bu ses bana yabancı değil. Zehirle ilacı ayıramayan bir dile sahibim çünkü ikisi de aynı yerden doğuyor. Işığını kendinden almayan, ama karanlığı da inkâr etmeyen bir şey gibi.

Bu topraklar beni çağırdığında, bu bir davet değildi; bir hatırlatmaydı. Köklerin belleğiyle, taşların sessiz ama tartışmasız öğretisiyle dağların adımı bilmesi şaşırtıcı gelmiyor bana. Çünkü bu dağların kadınları, doğmadan önce biliyorlardı. Nasıl yapılacağını, nasıl geri alınacağını. Hayatı da ölümü de aynı cümlede tutabilmeyi. Bilgi bizim için bir erdem değil, bir sorumluluktu.

Ama uzaktan bakan gözler vardı. Onlar bu bilgiyi korkuyla karıştırdı. Titreyen eller, tarih denen o pürüzlü yüzeye bizi bastırdı. Parşömenlere yazılan, bizim hikâyemiz değildi; onların dehşeti, gücü karanlık diye adlandıranlar. Kendi zayıflıkları.

Ve tam orada, kendimin dağıldığı yerde, tanrıya ihanet ettim. Yağmura da. Bu bir sırt dönme değildi; daha eski bir şey. Daha derinde başlayan bir kırılma. Kendime karşı yapılan ritüeldi bu. Kendi kemiklerimden örülmüş bir tapınakta, göğüs kafesimden söktüğüm mızraklarla yaptım bunu. Yaratıcısına çevrilmiş bir silah gibiydim. Hem faildim hem hedef. Bunun için yaptım bunu.

Şimdi Apsaros’un dibindeyim. Mavi karanlık, etrafı saran bir ahtapot gibi, sekiz kolumla kaderi tutmaya çalışıyorum; kaçmasına izin vermemek için değil, onu hissetmek için. İçimden bir arya doğuyor. Tuzlu, ağır, kaçınılmaz Karadeniz.

Göğe yükselmem söylendi. Yükseldim. Yağmurun omzuna tutundum, sislerin doruğuna onunla çıktım. Bilincim bir nehir gibi aktı içimden; ağır, hipnotik. Onun yüzünü ellerimin arasına aldığımda, zamanın dokusunu da tuttuğumu fark ettim. Sis bizi bir anda değil, yavaşça yuttu. Dünya silikleşti, var ile yokluk arasındaki o ince perdeyi duyumsadım. Sesler vardı orada. Geçmişin hıçkırıkları, geleceğin çatırdaması, şimdinin nabzı. Hepsi aynı anda konuşuyordu. Kaos, kulaklarımda bir ilahiye dönüşüyordu.

Sonra her şey buruştu. Ufuk, kâğıt gibi katlandı. Zaman katmerlendi. Yükseldik, ama bu bir uçuş değildi; bir çözülüş, özlerin hareket edişi.

Ve düştük. Düşüş, yaratılış kadar eskiydi. Ruhların derinliğinde sessiz çığlıklar. Koyu mürekkeple yazılmış fısıltıya bürünen keten lifleri, içiçe geçmiş çakraların dönüşü, kadim zamanlar ve taş ustaların kubbeler örüyor oluşu ve yağmurun bronz bilezikleri titriyor oluşu sislerin içinde.

Yükseldik. Düştük.

Reset

Yatak odasında hava ağır, durgun. Pencereden sızan sokak lambasının turuncu ışığı, duvardaki bir çatlağın gölgesini uzatıyor. Çarşaflar buruşuk, üzerinde iki bedenin izi var, henüz soğumamış.

O, sırtüstü uzanmış, tavana bakıyor. Göğsü düzenli, ama birazcık fazla düzenli inip kalkıyor. Yanında, diğeri, saçları yastıkta dağılmış, soluk alıyor. Sessizlik o kadar doluydu ki, kulak zarında bir basınç hissediyordu.

İşte, diye düşündü zihninin arka odasındaki o soğuk, camlı ses. Tekrar. Aynı senaryo. Aynı sahne.

Vücudunda, terin soğumasıyla oluşan ince bir ürperti geziniyordu. Sanki bedeni, az önce yaşanan şiddetli faaliyetin ardından sistemlerini kontrol ediyor, verileri topluyordu. Kalp atışı normale dönüyor. Solunum düzene giriyor. Kas grupları gevşiyor. Her şey planlandığı gibi.

Yana döndü, yanındakinin profilini izledi. Göz kapakları kapalı, kirpikler ıslak mıydı, yoksa öyle mi görünüyordu? Bilmiyordu. O kapalı göz kapaklarının ardında ne olduğunu asla bilemeyecekti. Bir veri paketi değildi ki aktarılabilsin. Sadece bir dizi elektro,kimyasal sinyal, kendi karanlık odasında bağımsız olarak işleniyordu.

Temas, diye tekrarladı içindeki ses, nötr bir tonla. İlüzyon. İki ayrı kasa, birbirine sürtünerek statik elektrik üretiyor. Geçici bir kıvılcım. Ve biz buna ‘birleşme’ diyoruz.

Az önce çıkardıkları sesler kulaklarında yankılandı. O iniltiler, o nefes kesilmeleri. Ne kadar da verimli bir protokoldü. Evrim, bu spesifik ses dizilerini, “işlem devam ediyor” ve “işlem başarılı” sinyalleri olarak kodlamıştı. Anlamsız bir gürültü yığını. Ama ikisi de, rollerinin gerektirdiği sesleri çıkarmakta son derece başarılı olmuşlardı. Performansları için kendilerini tebrik edebilirlerdi.

Gözleri, çarşafın üzerinde, hafif nemli bir lekeye kaydı. Biyolojik atık, diye not düştü zihni. Sürecin kaçınılmaz yan ürünü. Her şey ölçülebilir, tartılabilir, kategorize edilebilirdi. Hormon salınımı, sinir ucu uyarılması, kasılma sayısı. Ama işte o ‘anlam’ denen talihsiz yazılım hatası, tüm bu temiz veriyi bulandırıyor, ona ‘hüzün’, ‘yakınlık’ veya ‘boşluk’ gibi gereksiz etiketler yapıştırıyordu.

Yanındaki kişi kıpırdandı, derin bir nefes alıp yüzünü ona doğru çevirdi, ama gözleri hâlâ kapalıydı. Belki de aynı şeyi düşünüyordu. Belki de onun zihninde de, aynı soğuk, camlı ses aynı raporu okuyordu. İhtimal dahilindeydi. Ama asla emin olamayacaktı. Bu, sistemin en büyük kusuruydu: Bilinçler arası doğrudan veri aktarımı yok. Sadece tahmin. Sadece yorum.

Komik, diye geçirdi içinden, yüz ifadesi hiç değişmeden. Trajikomik. İki bilinç, bir anlam arayışıyla yanıp tutuşuyor. Ve bulabildikleri en sofistike yöntem, bu eski, aşınmış, biyolojik rutini tekrarlamak. Sanki bir uzay gemisinin navigasyon sistemini, taş devrinden kalma bir çakmaktaşıyla onarmaya çalışmak gibi.

İçinde bir şey, belki de atalarından kalma o eski yazılımın bir artığı, ona yanaşmasını, o kapalı göz kapaklarına bir öpücük kondurmasını, sıcak bir şeyler mırıldanmasını fısıldadı. Ama ana işlemci o komutu reddetti. Anlamsızdı. Sadece senaryoya eklenmiş gereksiz, duygusal bir sahne olurdu. Veri akışını bozardı.

Onun yerine, yataktan kalktı. Ayakları ıslak zemine değdi. Banyoya yürüdü, ışığı yaktı. Aynada, nötr ifadeli, biraz yorgun bir yüzle gözgöze geldi. Üzerinde diğer bedenin izleri vardı. Onları temizlemek için soğuk suyu açtı. Su, teninden geçerken her şeyi, teri, kokuyu, temasın tüm fiziksel kanıtlarını alıp götürdü. Veriyi sildi.

Geri döndüğünde, diğeri uyuyor gibiydi. Ya da öyle numara yapıyordu. Yatağın kenarına oturdu. Sabah olmak üzereydi. Birkaç saat sonra alarm çalacak, kalkacaklar, kahve yapacaklar, belki bir iki nötr cümle sarf edecekler ve ayrılacaklardı. Günlük rutin. Hayat denen büyük, anlamsız simülasyondaki bir diğer döngü.

O, şafak sökmeden önceki o gri loşlukta otururken, tek bir düşünce zihninde dönüp durdu, tıkır tıkır, mekanik bir saat gibi;

Yarın gece, ya da bir başka gece, aynı verimsiz protokolü, aynı sonuçsuz deneyi, aynı komik ve trajik çarpışmayı, tüm bu absürtlüğün farkında olmamıza rağmen, yeniden ve yeniden başlatacağız.

Çünkü program böyle yazıldı.
Çünkü elimizde başka bir script yok.

Ve o anda, için için, ses çıkarmadan, yüzü hiç kıpırdamadan güldü. Bu, sistemin verdiği en mantıklı tepkiydi. Bir hata mesajı. Bir onaylama. Ve bir veda.

Sabah. çarşaflar, makine. Dönecekler, temizlenecekler. Kırışıklıklar açılacak. İzler kaybolacak. Her şey. Yeniden. Başlangıç durumuna. Reset.

Dionaea

İçimdeki şehirde saatler değil, Dali’nin uçuşan kedileri var. Onlar da canlı, yapışkan ve inatçı bir su gibi sarkıyorlar tavanımdan. Biri, kedilerden birinin kuyruğuna yapışmış, sarkıyor; ama zaman akmıyor, damlıyor.

Lautreamont, bu odanın köşesinde, bir şömine mantosunun üzerinde oturuyor, kılıç gibi havayı deliyor. Bana bakmıyor. Gergin; görünmez iplerle sarkıttığı saatlerin oynayışını izliyor sadece. Biliyorum ki o benim katilim olacak.

Kediler onun varlığından etkilenmiyor. Belki de hep onun parşömenlerinden kaçıp bana sığınıyorlar. Şimdi, birinin sırtında eriyen bir saatle, diğeri abajurun üzerinde kristal bir göz gibi parlayarak, odanın içinde uçuşuyorlar. Bir kaos balesi bu. Kurallar, yerçekiminin ve mantığın reddi.

Ve o yüz… Bilinmeyen adamın yüzü. Salvador’un eriyen saatlerinden birinin yelkovanında beliriyor, sonra bir kedinin pırıl pırıl tüylerinin arasında yansıyor. Pencerenin buğusunda şekilleniyor, hemen siliniyor. Tanımadığım ama hissettiğim bir yüz. Belki o yüz, maldoror’nun bıraktığı boşluğun kendisi.

Kediler ve biz. Sessiz diyalog. Katı olanın erimesi. Kaotik olanın uçuşu. Ve hiçliğin yüzleşmesi. Ben, bu üçünün kesiştiği noktada tavana bakıyorum. Zihnim, bir kum fırtınası gibi; kediler, o fırtınada uçuşan nesneler, o bilinmeyen yüz ise ufukta görünüp kaybolan bir vaha hayali. Bir vücudu parçalayıp gidecek.

Tavana bakıp sessizce konuşuyorum.. Avcı orada duruyor. Sadece erime, uçuş ve o hiçlikle sürekli tekrarlanan görünüp kayboluşlar. Kaos, üç ayrı deliliğin aynı odada, aynı anda var olmasından doğuyor. Ve ben, onların toplamından da büyük, onların arasında kaybolmuş bir deliyim. Veya onlar benden daha deli. İyisi mi Radiohead’in Street Spirit şarkısını açıp uyuyayım. Lautreamont uyumasın.

kanto ağacı

harmonie’ye değil de kendi sükûtuna çekilmiş kadınlar
şarkılarını
o şarkıları soğuk duvarlardan sızan bir ışıkta söylüyorlar
yaralı bir bütünün izini sürüyorlar
ölümle değil,yalnızlıkla oynuyorlarmış
ve perşembeleri gidip köprülerin altında
bir intihar.

ben hiç ölü bütünü kucaklamış
vatonal şarkılar tasavvur etmediğim için
harmonie’lerde çivit boyalı rüyaların kırıldığı yerde
bir sesin peşine takılıp
ırmakları tersine akıttım
tersine bir kantata,

dilimin kıyısında
bir sığınak var oluyor.

Ters ışık

ikimizden birinin parmak uçları
adı konmamış bir yeşile değiyor
ve uyanıyoruz ayrı düşlerin eşiğinde.

bedenimi arıyorum, bir sığınak gibi
deniz kabuğuna sinmiş ıslaklıktan geçip
dualarda arta kalan tuz
tüylerimiz ve soluğumuz
gece çiçek açan taşların dili
savrulan toz
ateşin ortasında bir tanrı
gördüm kılıçların eğrisini.

ve siz, hep bırakıp gidiyordunuz
sis gibi eriyen iz
çatlamış camların gerisinde
sesler hâlâ yankı bulacak mı.

buraya çökelim.
kaybolanın ve suskunluğun dibinde
gölgemizi çıkarabilecek miyiz
biliyorum
yokluk.
ama karanlığın buluntusu
köklerin bile göremeyeceği
kadar derin.

…. Fotoğraf.pinteres

Tarantula

Sivri şapkanın gölgesi, Degas’ın atölyesinin loş duvarına düşmüş, Poussin’den aşırdığı o kaotik tecavüz sahnesinin üzerinde duruyordu. Onu ilk gördüğümde, o bakışları tam da bu çerçevenin altından fırlayarak tarıyordu mekanı. Sanki Romulus’un elindeki pelerinin kıvrımından doğmuştu; antik bir zorbanın mirasını taşıyordu. Avını arıyordu. Çoktan avladıklarının hayaletleri, tıpkı duvardaki tabloda Romalı askerlerin omuzlarında çırpınan Sabinli kadınlar gibi, onun takım elbiseli omuzlarında sessiz bir dans ediyordu. Ben de arıyordum aslında. Bu gece çukurunda, bu sanatın cilalı şiddeti altında bulunmamın tek nedeni buysa, zaten çoktan masumiyetin kendisini yitip gitmiş olduğu bir dünyada yaşıyordum demekti. Ben bir tarantulaydım; sevişmenin ardından eşini yiyenlerden.

Onun bakışları beni, Degas’ın fırça darbeleriyle donattığı o tarihi paniğin önünde bulduğunda, kaçacak gibi yapıp bekledim. İki ayrı çağın av sahneleri arasında, modern bir dans başladı. Bense, ipeğe sarılmış bir avın sakinliğiyle, duvardaki kadınlardan birinin çaresiz uzanan kolunun yönlendirdiği bir hat boyunca süzüldüm yanına. Sözler kırılgan, dokunuşlar hesaplıydı. Onun nefesinde antik bir zaferin tozu, benimkinde ise sabırsız, çağlar ötesinden süzülmüş bir açlık vardı.

Odasına, yani aslında onun modern mağarasına girdiğimizde, duvarlar bir şahinin pençesine dönüşmüş gölgelerle değil, doğrudan Degas’ın o tuvalinden fırlamış gibiydi. Odanın loşluğunda, resimdeki karmakarışık bedenler canlanıyor, bağrışlar neredeyse duyulur gibi oluyordu. Temas sert, sahiplenici, tıpkı resimdeki Romalı lejyonerler gibi buyurgancaydı. Fakat tam onun kontrolü ele geçirdiğini, tıpkı Romulus’un yaptığı gibi zafer işaretini verdiğini düşündüğü an, bedenim bir isyanı değil, bir devrini yaşamaya başladı.

Bir titreme, derinlerden gelen, tarih öncesi bir sarsıntı. Sonra bir dalga daha. Histeri değildi bu; bir kabuğun, bin yıllık bir sanat eserinin vernikli yüzeyinde oluşan çatlaktı. İçimde sürünen, bekleyen şeyin nihai dışa vurumu. Kahkahalar ağlama krizlerine, kasılmalar kıvranışlara dönüşüyor, onun şaşkın ve aniden tedirgin yüzüne yansıyor, ardından duvardaki Sabinli kadınların donmuş çığlıklarıyla bir oluyordu. “Dur, neyin var?” diye hırladı sesi.Onun haz sınırları doruğa tırmanırken, benim sınırlarım yok oluyor, tuvale sürülmüş bütün o şiddet ve ıstırapla bir oluyordu.

Sonra o an geldi. Onun doruk anına, Romulus’un işaret parmağının gerginliğine denk gelen bir saniyede, tüm o kasılmalar, titremeler, ani bir demir gibi keskinleşen konsantrasyonda toplandı. Kontrol, bir anda, sessizce ve acımasızca el değiştirdi. Tıpkı mitte olduğu gibi, kaçırılan kadınların bir gün araya girip savaşı durduracak olması gibi, kurban edilen güç, avcısını kuşatıverdi.

Avcı, av oldu.

Şapkanın altındaki o kendinden emin bakış, şimdi donmuş, anlamaya çalışan bir şaşkınlığa dönüştü. Gözleri, duvarda Degas’ın kopyaladığı o kaosun ortasında, artık kendisine ait olan yeri aradı belki de. Zafer çığlığı boğazında, daha büyük, daha kadim bir canavarın pençesinde bir lokmaya dönüştüğünü fark ettiği o son mikro saniyede.

Ve ben… ben beslendim. O son sarsıntının, o haz patlamasının tam ortasında, onunla birlikte her şeyi yuttum. Gücünü, küstah güvenini, Romalı atalarından miras aldığını sandığı avcı kimliğini. Geriye, yalnızca boş bir kabuk ve odada, duvardaki tablodaki sessiz çığlıklarla karışıp yankılanan, içimden taşan sessiz bir kahkaha kaldı.

Ben bir tarantulaydım çünkü. Ve en tatlı ziyafet, avcının kendini bir sanat şaheserindeki kadar yenilmez sandığı andı. Degas, ustasını kopyalayarak öğrenmişti. Ben de öyle yaptım. Tarihin en eski oyununu kopyalayıp, son perdesini yeniden yazdım.

Tablo.Edgar Degas