Yüzler

uzun parmakların hatırası,
siyaha bulanmış parşömenlerde kanar hâlâ.
karanlık madenlerde gömülü
unutulmuş sevinçlerin izini sürenler. sizler!

ve siz, ey ölüme vasiyet edilmiş varlıklar,
sessizliğin dilinde eriyen
sonsuzluk çiçekleri gibi solanlar.

rüyaların en derininde
kırık aynaların keskin parçalarında buldum seni,
ey kız kardeşim, ey yoldaşım
ihtişamın en yüksek merdivenlerinden
göğe yükselirken gördüm yüzünü

soğuk bir anıt gibi donuktu hâlin,
gecenin siyah ayı kadar mağrur,
ve hiçbir dileğin ulaşamayacağı kadar sessiz.

o ihtişam ki
çürümeyi saklayan bir parıltıydı,
rüzgârların içini oya oya inlettiği
biz, toprağın damarlarına inen kökler,
ölü çocukların fırtınalı nefesleriyiz.

belki bir sabah,
o ihtişamın küllerinden
kızıl bir sessizlik doğacak.
biz, gölgeleri eritip
akıp gideceğiz zamandan.

siz ise, taş kesileceksiniz,
unutulmuş mezarların üzerinde
sonsuz geceye zincirlenmiş,
adını kimsenin anmayacağı bir dilsizlik gibi.

Babamın Ellerinde

o eller ki, toprağın sabrını, denizin dalgasını taşır.
ben ona en güzel kitaplardan sayfalar okudum,
oysa gözlerinden dökülen sessizlik,
her kelimemden daha gürültülüydü.

evin etrafında ağaçlar sallanıyor,
penceremize vuran yapraklar
onun yorgun nefesini fısıldıyor bana.

ben susuyorum; o ise,
yumuşak bir sesle konuşuyor içimde hâlâ.
kalplerimiz aynı türküyü çalıyor
bir karadeniz şarkısı, dalgalı ve derin.
o da kabul ediyor, gözlerinin derinliğinde.

zamana kazınmış bir anı bu,
kırılgan, ama ölümsüz.
bir gülümseme bırakıyor bana,
ve o gülümsemede hâlâ çocuğum ben.

baba…
sen ekim yaprağında dinlenen bir çiçeksin şimdi.
kışın sessizliğinde uyuyorsun,
ama biliyorum,
bahar geldiğinde yeniden uyanacaksın.

Titreşim

ey biçimsiz akış.
ey erimiş düşünce hali
sınırların kesiştiği o dönüşüm eşiğinde
anlayış değil,
sadece boş bir doluluk titrer,
varoluşun baskısıyla çatlayıp boyun eğenler.

ey bilinmeyenin özü.
ey kendiliğinden patlama,
zamanın katı kabuğunun kırıldığı o nokta
ateşin rengi

yoğun bir çözülme
öznenin küllerinden yükselen bir karakter.

..
Fotoğraf.pinteres.

Ölü kozalar

kemikleri delen, ruhu tüketen bu soğuk;
gözleri kemiren bu açlık
bu sadece yok oluş değil
mezarlığın sessizliği çöktü üzerimize,
ruhumuzda kurşunlar.

bir kozanın içinde
sinsi anevrizmalar
şişmiş tümör, karanlık ve parlak.
ne güzel bir gece… ne güzel zehir
alacakaranlığın solgun ışığı
alaycı kabuslar
çürüyen bir çiçeğin kokusu gibi,
süslü çöküşler.

tüm avluların ay ışığı
çatlak mermerlerde titrek hayalet.
sütunlar duvara kan lekeleri çiziyor
iğnenin derisi
o keskin, gümüşi ihanet
buzun dokunuşu
ve kanın çiçekleri….
karanlık topraktan fışkıran
kızıl bakır ve ölüm nektarları.

çok güzel… !
bu çürüyen dünya ile ruhlarımızın harabesi arasında.
bu yıkımın dansı, bu sessiz çığlığın müziği,
bu karanlık aynada gördüğümüz çarpıklık
bu hiçlik.. bu içimizde taşıdığımız
karanlık öz,
bir zehirli kozaya hapsolmuş,
sadece çürüyerek kaçabileceğimiz yol
bu çok iyi !
bu görüntüler armoniler ve tanrıların kılıçları..

Sirenler

” İntihar karası bir faytona binmiş geçerken ablam
caddelerden ölümler aşkı pera`nın” / Ece Ayhan.

……..

O kırık camdan sızan, radyo statiklerinde kalan şey
bir kardeşin son nefesiydi, sisler içinde
intiharın lacivertini giymiş bir tramvay geçerken tünelden
gecelerinden İstanbul’un, çığlıkları sirenlerin.

‘O sahibinin sesi’, artık kayıp bir frekansta
incecik bir jilet gibi saplanır yalnızlığa
kül rengi bir fayton dönseydi köşeden
kanatırdı zaten ölümle büyümüş sokakları.

Pera’nın tozunda kaldı aşkın son kırıntısı
gramofon iğnesi döndükçe eski bir yarada
o melankoli ki, gece yağmurunda eriyen
bir kadın cesedinin solgun tebeşirle çizilmiş resmiydi.

Fotoğraf.pinteres.

ölü seviciler

unutuşun kadim
hücreleri – karanlığın
katılaştığı yer.

hançerlerin
ezberi.

yas…
varoluşun soluk
aynası, yok oluşun
kara rahminde.

mutlak
sessizlik;

işte
işaretlerin meskeni,
tanrı oyunları
bulutlar ölülerin nefesiyle şişmiş.

Monolog / Bölge

Bana öğrettiler ki arzu, insanın dibidir. En derin uçurumu. Bir şey istediğin an, zaten kaybetmişsindir. Bunu bilerek yürürüm. Adımlarım taşlara, paslı demirlere, unutulmuş Tanrı’ların üzerine basar. ‘Bölge’ beni çağırıyor diyorlar. Hayır. Bölge sessiz. Biz ona haykırıyoruz. Çığlıklarımızı duymasını istiyoruz. ‘Bak!’ diyoruz, ‘İşte acılarımız! İşte hırslarımız! Bize bir mucize ver!’

Verdiği zaman ne yapıyoruz? Mutluluk Odası’na girenler… gözlerindeki o korkunç parıltıyı gördün mü? Orada bile, en saf umudun kıyısında, açgözlülük oturur. İnsan, istediği şeyi alır… ama ruhu hazır mıdır? Rüyalarımız bizi yer. Tıpkı bu pas gibi, yavaşça kemirir içimizi.

Bazen yağmur yağar. Buradaki yağmur… farklıdır. Günahları yıkar mı? Yoksa sadece tozları bastırır? Bilmiyorum. Bilmemem gerekiyor. Rehber, cevapları bilen değildir. Rehber suskunluğa götürendir. O sessizliğe. İşte orada, belki… belki bir şey duyulur. Kalbin sesi mi? Tanrı’nın nefesi mi? Yoksa sadece kendi kanımızın gürültüsü mü?

Buraya gelenler, ‘dileklerini’ arıyor. Peki en korkunç dilek nedir, biliyor musun? Değişmek isteyenin dileğidir. Çünkü o odada, gerçekten kim olduğunla yüzleşirsin… ve bu, çoğu insanın taşıyamayacağı bir aynadır. Ben, ben sadece yolu gösteririm. Yolculuk, korkunç ve kutsal olan, içlerinde başlar. Bu paslı dünya sadece bir yansıma…

…Ve ben, bu yansımanın bekçisiyim. Gölgelerle konuşan, çürümüş umutların üzerinde yürüyen bir hayalet. Belki de benim dileğim anlaşılmamaktır. Çünkü anlaşılırsam, büyü bozulur. Ve büyü… büyü olmadan, bu çamurda nasıl nefes alırız?”

zar atanlar

çöken gökyüzünün ağırlığı
çürüyen yerlere sıkışan
sadece çıtırtı sesleri;

sanki kadim,
sönmüş yıldızların küllerinden dökülmüş gibi
soğuk, kuru, acımasız yapraklar arasında
geçmiş zamanlardan kalan umut
kemiklerin, taşların damgaladığı
o kör noktalar.
……
çözülüyoruz sessizliğin ortasında,
kurşun verip çiçek açtırmayanlar
kan pahasına
sen uyuyorsun diye.