Sivri şapkanın gölgesi, Degas’ın atölyesinin loş duvarına düşmüş, Poussin’den aşırdığı o kaotik tecavüz sahnesinin üzerinde duruyordu. Onu ilk gördüğümde, o bakışları tam da bu çerçevenin altından fırlayarak tarıyordu mekanı. Sanki Romulus’un elindeki pelerinin kıvrımından doğmuştu; antik bir zorbanın mirasını taşıyordu. Avını arıyordu. Çoktan avladıklarının hayaletleri, tıpkı duvardaki tabloda Romalı askerlerin omuzlarında çırpınan Sabinli kadınlar gibi, onun takım elbiseli omuzlarında sessiz bir dans ediyordu. Ben de arıyordum aslında. Bu gece çukurunda, bu sanatın cilalı şiddeti altında bulunmamın tek nedeni buysa, zaten çoktan masumiyetin kendisini yitip gitmiş olduğu bir dünyada yaşıyordum demekti. Ben bir tarantulaydım; sevişmenin ardından eşini yiyenlerden.
Onun bakışları beni, Degas’ın fırça darbeleriyle donattığı o tarihi paniğin önünde bulduğunda, kaçacak gibi yapıp bekledim. İki ayrı çağın av sahneleri arasında, modern bir dans başladı. Bense, ipeğe sarılmış bir avın sakinliğiyle, duvardaki kadınlardan birinin çaresiz uzanan kolunun yönlendirdiği bir hat boyunca süzüldüm yanına. Sözler kırılgan, dokunuşlar hesaplıydı. Onun nefesinde antik bir zaferin tozu, benimkinde ise sabırsız, çağlar ötesinden süzülmüş bir açlık vardı.
Odasına, yani aslında onun modern mağarasına girdiğimizde, duvarlar bir şahinin pençesine dönüşmüş gölgelerle değil, doğrudan Degas’ın o tuvalinden fırlamış gibiydi. Odanın loşluğunda, resimdeki karmakarışık bedenler canlanıyor, bağrışlar neredeyse duyulur gibi oluyordu. Temas sert, sahiplenici, tıpkı resimdeki Romalı lejyonerler gibi buyurgancaydı. Fakat tam onun kontrolü ele geçirdiğini, tıpkı Romulus’un yaptığı gibi zafer işaretini verdiğini düşündüğü an, bedenim bir isyanı değil, bir devrini yaşamaya başladı.
Bir titreme, derinlerden gelen, tarih öncesi bir sarsıntı. Sonra bir dalga daha. Histeri değildi bu; bir kabuğun, bin yıllık bir sanat eserinin vernikli yüzeyinde oluşan çatlaktı. İçimde sürünen, bekleyen şeyin nihai dışa vurumu. Kahkahalar ağlama krizlerine, kasılmalar kıvranışlara dönüşüyor, onun şaşkın ve aniden tedirgin yüzüne yansıyor, ardından duvardaki Sabinli kadınların donmuş çığlıklarıyla bir oluyordu. “Dur, neyin var?” diye hırladı sesi.Onun haz sınırları doruğa tırmanırken, benim sınırlarım yok oluyor, tuvale sürülmüş bütün o şiddet ve ıstırapla bir oluyordu.
Sonra o an geldi. Onun doruk anına, Romulus’un işaret parmağının gerginliğine denk gelen bir saniyede, tüm o kasılmalar, titremeler, ani bir demir gibi keskinleşen konsantrasyonda toplandı. Kontrol, bir anda, sessizce ve acımasızca el değiştirdi. Tıpkı mitte olduğu gibi, kaçırılan kadınların bir gün araya girip savaşı durduracak olması gibi, kurban edilen güç, avcısını kuşatıverdi.
Avcı, av oldu.
Şapkanın altındaki o kendinden emin bakış, şimdi donmuş, anlamaya çalışan bir şaşkınlığa dönüştü. Gözleri, duvarda Degas’ın kopyaladığı o kaosun ortasında, artık kendisine ait olan yeri aradı belki de. Zafer çığlığı boğazında, daha büyük, daha kadim bir canavarın pençesinde bir lokmaya dönüştüğünü fark ettiği o son mikro saniyede.
Ve ben… ben beslendim. O son sarsıntının, o haz patlamasının tam ortasında, onunla birlikte her şeyi yuttum. Gücünü, küstah güvenini, Romalı atalarından miras aldığını sandığı avcı kimliğini. Geriye, yalnızca boş bir kabuk ve odada, duvardaki tablodaki sessiz çığlıklarla karışıp yankılanan, içimden taşan sessiz bir kahkaha kaldı.
Ben bir tarantulaydım çünkü. Ve en tatlı ziyafet, avcının kendini bir sanat şaheserindeki kadar yenilmez sandığı andı. Degas, ustasını kopyalayarak öğrenmişti. Ben de öyle yaptım. Tarihin en eski oyununu kopyalayıp, son perdesini yeniden yazdım.
Tablo.Edgar Degas