Yazar: saphilopes
Teşne
karanlığın dudaklarını öpüyorum,
ölümün nefesiyle şişmiş,morarmış
içsel ışığın geri dönüşündeki yalan
her fısıltı
ruhumun duvarlarında açılan yeni bir çatlak.
çürümüş kitapların sayfalarına çakılmış çivilerin hafızası,
pas ve mürekkebin kusmuğunda boğulmuş
sessizliğin bağrından yükselen o boğuk çığlık,
sarkofazımın astarına işlenmiş ilahiler gibi
bu karmik bir rüzgâr
bu,mezarlık toprağının derinlerinden gelen,
küllerin altında nefes almaya çalışan iskeletlerin ruhu
kemiklerin sürtünmesinden doğan donuk uğultular
zamanın kurşun ağırlığına kilitli
her maske,çözülmüş bir yüzün alçıdan dökülüşü
taş gibi soğuktu bilincin çürümüş kapılarında
hiçbir şey geri çağrılamazdı.
demirler filiz tutmuş,
gece kuşlarını korkutan o ıslak gıcırtı
kendi mezar taşımızı sürükleyişimizin sesi.
ah, çok kötü ve kördü tanrının gözleri,
kapanmış kapaklarda dönen ak mermer küreler
bir kefen gibi soğuk,
bir katran kuyusunda;
işte burada,
küf yeşili meşe kapılar
kuru,
yorulmuş ellerin sunakları
tozdu
altarlarında bir damla kan
kılıcımı ölüme kaldırdım.
Horon zamanı😆
Atını bağladın mı kız. Atını bağladın mı? (şarkı sözü)
Hayır bağlamadım. Onu Kızılay Meydanı’ndan Trabzon’a uçurdum🤣🤭
Lacivert
Şair öldü ve toprağa verildi. Mezarı, unutulmuş taşlar ve eski gölgeler arasında, kimsenin uğramadığı bir köşedeydi. Ta ki, bir sabah, mezar taşının dibinden, doğada hiçbir yerden kopup gelmemiş gibi duran çiçekler filizlenene kadar. Dört yapraklı, kadifemsi ve derin bir lacivert olan bu çiçekler, geceyle gündüzün kesiştiği bir renge bürünmüştü. Güzellikleri o kadar ürkütücü, o kadar yapaydı ki, bakanı içine çeken bir boşluk hissi veriyorlardı.
Bir söylenti, kasabanın kirli havasına karıştı; Bu çiçekler, şairin toprağa karışan deliliğinden ve ilahi ilhamından bir parça taşıyordu. Bu yalan, altı kurbanı cezbetti. Hepsi farklı umutlar, farklı açlıklarla mezarlığa sürüklendi.
Bir perşembe akşamüstü, hava erken kararırken, hepsi oradaydı. Çiçekleri görür görmez, mantık denen zayıf ipliğin koptuğu hissedildi. Birbirlerini ite kaka, hırsla, çılgın bir aceleyle her biri bir yaprak kopardı ve yuttu. Çiğ et ve toprak kokusunu andıran bir tatları vardı.
Zehir anında işledi. Ama bu, bedenleri felç eden bir zehir değildi. Gerçekliğin çatırdamasıydı. İlk çığlığı, kollarının odunlaştığını, parmaklarının köklere dönüştüğünü gören biri attı. Bir diğeri, yüzünün derisinin eriyip aşağı aktığını, gözlerinin çiçek sapçıklarına dönüştüğünü haykırdı. Bir başkası, artık sadece yankıları duyduğunu, seslerin hepsinin birbirine karıştığını anlatmaya çalışıyor, ama dilinin ağzında parçalandığını hissediyordu. Bir kadın, yerdeki gölgelerin kendisini yakalamaya çalıştığını görerek çılgınca kaçmaya başladı, ta ki bir mezar taşına çarpıp yere yığılana kadar. Bir erkek, sürekli olarak aynı anı, çiçeği koparıp ağzına götürdüğü o lanetli anı yaşıyor, zamanın bir döngüye hapsolduğunu fark ederek beyninin içinde çığlık atıyordu.
Bu, bir ön oyun sadeceydi. Ardından, daha derin, daha karanlık bir şey uyandı. Zihinleri tamamen söndü. Gözlerinde artık insani bir ışık yoktu, sadece boş, cam gibi bir parıltı vardı. Ağızları, salyalı ve kontrolsüz bir şekilde açılıp kapanıyordu. Hareketleri artık kendilerine ait değildi; birer kukla gibi, görünmez bir iradenin emrinde, birbirlerine yöneldiler.
İlk ısırık, bir boğazın yırtılış sesiyle geldi. Bu ses, diğerlerinde içgüdüsel, hayvani bir açlığı tetikledi. Artık bir yamyam ziyafeti başlamıştı. Ama bu, bir korku filmindeki gibi düzenli bir saldırı değildi. Tam bir kaostu. Biri diğerinin kolunu kemirirken, bir üçüncüsü onun bacağına asılıyor, dördüncü bir kurban, hala halüsinasyonlar gören beşincisinin yüzünü parçalıyordu. Kemiklerin kırılma sesleri, etin yırtılma sesleri ve anlamsız homurtular, mezarlığın sessizliğini paramparça etti. Toprak, koyu, yapışkan bir kırmızıya bulandı. Bir zamanlar insan olan bu varlıklar, şimdi sadece birer et parçasıydı ve o eti birbirlerinden koparıp yiyorlardı.
Sonunda, her şey sustu. Parçalanmış bedenler, tanınmaz halde, lacivert çiçeklerin etrafına saçılmıştı. Hava, demir ve çürümüş toprak kokuyordu.
Ve tam o derin, kanlı sessizlikte, mezardan bir ses yükseldi. Bir kahkaha. Keskin, taşkın, insan ötesi bir kahkaha. Bu, bir zafer çığlığı da değildi. Daha çok, korkunç ve anlaşılmaz bir şakanın sonunda patlayan, evrenin soğuk, duygusuz bir alayı gibiydi. Toprağın derinliklerinden gelen bu kahkaha, geceyi yarıp gitti ve orada, yeni bir beslenmişlikle daha da koyulaşan lacivert çiçeklerin yanındakilere lanet gibi çöktü.
atlasın tozu
belki artık yüzlerimiz yoktu,
yırtık atlasın küflü kıvrımlarında
zamanın unuttuğu bizler
pusulanın titreyen iğneleri gibi.
uykunun hatırası
rüyalar
gerçekliğin kör bıçağı üzerinde
yalnızlığın mürekkebinde boğuluyorduk
her nefes
içimizdeki gizli çatlaklar
kendimizi bir kalemle oyduk,
kağıdın kalıntıları, hezeyanın siyahları
gecenin kemiğinden,
karanlığın iskeletinden,
omuzlara yerleşen gölgeler,
sırtımızdaki iplikleri sayarak,
başka bir delinin derinliğiyle.
dokunmuş ağların sahte hatırası
boğucu sisin yükselişi,
ıssızlığın kuyularında,
kendi sessizliğimiz cellatlara dönüşüyordu
damarlarımı ateşe verdim
yabancıların valsi
terk edilmiş binalarda kayıp hayaletlerin kırık ritmi
müzik işkencesi, tempo kabusu
biz, o dansın unutulmuş ayakları
geleceğin sahte ışığı tarafından lanetlenmiş
görünmez tanrıya atılan lanet.
gölgeler konuşur;
aynada kendimizle güreştik.
dünya bir labirentti ve biz
hem minotaur hem de theseus
bıçağın ucu, yaranın kendisi
kendi etimizi yiyerek ortaya çıktık
kendimiz dokuduğumuz ağlardan…
Parşömen
Güneş bile çekinirdi Palen’in sessizliğinden. Bu, boşluğun sessizliği değil, fazlasıyla dolu oluşun, taşan bir hakikatin susturucu ağırlığıydı. Talia, bu sessizliğin içinde ilerlerken, adımları bir soru, soluk alışı bir cevap gibiydi. Sırtında, biri bedenini diğeri zihnini patlatacak iki bomba taşıyordu; su kırbacı ve boş bir parşömen.
Zaman’ın dili’ne tırmandı. Dağın zirvesi yoktu, dipsizdi; ya da her noktası, bir zirvenin yalnızlığını taşıyordu. Ve orada, Bilge Ejderha, kendi kuyruğunu ısıran, yutan ve sonra onu yeniden doğuran, kusursuz bir çember oluşturmuş haldeydi. Gümüş pulları, henüz olmamış olayların yıldız ışığını yansıtıyor, varoluşun kumaşını delip geçiyordu.
“Geliyorsun,” diye uğuldadı taşların, rüzgarın ve Talia’nın kemiklerinin sesi birleşerek oluşan bir ses. “Kendi kendisinin çelişkisi. Getirdiğin soru, seni buraya getiren cevaptan daha eskidir.”
Talia’nın sesi, ağzının içinde dağılıp gitti. “Logos’u arıyorum. Temeli. Anlamın kaynağını.”
Ejderha kanat çırpmadı; sadece oldu ve bu ‘oluş’, etrafındaki her şeyi titreşen bir olasılıklar denizine dönüştürdü. Talia aynı anda hem çocukluğundaki elma ağacının altında oturduğunu hissetti hem de henüz doğmamış olanların mezar taşını okuyordu.
“Logos mu?” diye sordu Ejderha, sesi bir yıldız patlamasının sessizliği kadar gürültülüydü. “Logos, bir çemberin çevresinin sonsuz, merkezinin ise her yerde olduğu yanılsamasıdır. Sen ‘Ben’ dersin, ama bu bir yanılgıdır. ‘Ben’ diyen, ‘Ben’ değil, ‘Ben’lik yanılsamasını üreten sürecin ta kendisidir.”
“O halde ben neyim?” diye haykırdı Talia, sesi kayalara çarpıp parçalanırken. “Sadece bir düşünce mi? Bir hayal mi?”
“Düşünce, maddenin en karmaşık halidir. Hayal ise gerçekliğin henüz pişmemiş hamurudur,” diye yanıtladı Ejderha. “Sen, benim seni hayal etmem kadar gerçeksin. Ve ben, senin bana ihtiyaç duyman kadar somutum. Hangisi önce geldi, yumurta mı tavuk mu? Soru anlamsız, çünkü yumurta ve tavuk, aynı bütünlüğün farklı anlardaki tezahürleridir. Sen ve ben de öyleyiz.”
Pençesini değil, sadece saf niyetini salladı. Talia’nın gözleri patladı ve görmeye devam etti; görmenin gözle ilgisi olmadığını anladı. Zihni dağıldı, paramparça oldu, ama her bir parça daha keskin, daha berrak düşünüyordu.
“Bu, bu anlamsız!” diye inledi, düşünceleri bir ırmak gibi dışarı akıp çevreyi sularken.
“Anlam,” diye fısıldadı Ejderha, sesi artık Talia’nın kendi iç sesi olmuştu, “anlamsızlığın lüks bir çeşididir. Duyularının kaos karşısında vardığı geçici bir uzlaşıdır. ‘Ağaç’ dersin, çünkü dokunman, kokun, görüşün aynı yalan üzerinde anlaşmıştır. Ben sana ‘Ağaçlık’ ideasını gösteriyorum. Ki o, aynı zamanda ‘Ağaç-olmayan’lığı da içerir. Bu, aklının kaldıramayacağı bir yüktür. Akıl, ikiliklerle çalışır. Ben ise birliğim.”
Talia, titreyen elleriyle parşömeni çıkardı. Ellerinin kendisine ait olup olmadığından artık emin değildi. “Peki ya bu? Benim hikayem? Bu yolculuk? Bunların bir anlamı yok mu?”
“Anlam, ararken yolda kaybettiğin şeydir,” diye cevapladı Ejderha, artık bir varlık değil de sadece sorgulayan bir bakıştı. “Belki de sen zaten dağsın ve ben, senin üzerinde yürüyen bir gezginim. Belki de bu diyalog, evrenin ilk anında titreşip sönmüş bir atomun ardında bıraktığı titreşimlerin yankısıdır. ‘Amaç’ dediğin şey, kaostan doğan geçici bir düzen cücesidir. Felsefe, bu cüceyi besleyip süslemektir. O, kasırganın gözündeki sakinliktir; güvenli ama sahte. Asıl gerçeklik, seni çevreleyen duvarların ardındaki fırtınadır.”
“O zaman hiçbir şey doğru değil mi?” diye haykırdı Talia, çaresizliği bir çığlık patlamasına dönüştü.
“Her şey doğru!” diye gürledi dağın ta kendisi. “Bu taş hem burada, hem geçmişte bir lavdı, hem de sen onu unuttuğun anda yoklukta titreşir. Senin ‘Mitos’un, duyularının kaosa giydirdiği deli gömleğidir. Benim ‘Logos’um ise o gömleğin yırtılıp atılmış halidir. Biri olmadan diğeri hiçtir. Deli gömleği olmayan çıplaklıkla baş edemez, çıplaklık olmadan deli gömleği bir hapishaneden farksızdır. Sen, ikisinin arasındaki ince çizgide yürüyorsun.”
Talia, bu son sözlerle birlikte bir tür sükunet buldu. Artık yazmaya hazırdı. Mürekkep yerine kanını, kan yerine gözyaşını, gözyaşı yerine yıldız tozunu kullanarak parşömene döktüğü şey, ne bir hikaye, ne bir şifre, ne de saltık bir gerçekti. Sadece bir kayıttı; Kaos ile Mitos’un çarpıştığı o muazzam ve korkunç anda, arada sıkışıp kalmış bir bilincin titreyişinin kanıtı.
Ejderha, artık sadece bir fikir olarak onu izliyordu. “İşte,” diye mırıldandı evrenin dokusuna. “Bak, nasıl da Kaostan yeni bir düzen yaratıyorsun. Benim katıksız, sindirilemez gerçekliğimden, kendi yalanını örüyorsun. Bu yalan, dünyayı yakmaz. Sadece onun ‘dünya’ olduğu yanılsamasını biraz daha genişletir, biraz daha katlanılır kılar. Belki bir gün biri, senin yalanını okur ve kendi yalanını onun üzerine inşa eder. Gerçeklik işte budur; bu sürekli yeniden inşa, bu sonsuz dönüşümdür. O, nehir değil, nehrin sürekli değişen yatağıdır.”
Talia dağdan indiğinde, sırtında kelimelerle değil, deneyimin kendisiyle dolu bir parşömen vardı. Artık ‘aşağı’ ve ‘yukarı’nın da birer Mitos olduğunu biliyordu. Dünya dışarıdan aynı görünüyordu, çünkü gözleri hala aynı güvenli yalanı seçmeye programlıydı. Ama zihni, artık her düzenin altında uyuyan kaosun nabzını hissedebiliyor, her kaotik patlamanın içinde filizlenen yeni düzenin tohumunu görebiliyordu.
Ve asıl yolculuğun, ne Mitos’a sığınmak ne de Logos’ta kaybolmak, ikisinin arasındaki o sonsuz, çılgın, yaratıcı gerilimde yürümek olduğunu anlamıştı.
Çünkü Gerçek, Mitos ile Logos’un birbirini sonsuza dek yok etmeye çalıştığı ama birbirinden asla ayrılamadığı, birbirini var ettiği o çıplak, ürpertici, muhteşem dansın ta kendisiydi.
Medusa
Karanlık bir atölyenin ortasında duruyordum. Duvarlarda Caravaggio’nun fırça darbeleriyle can bulmuş yüzler asılıydı; aralarında biri diğerlerinden daha çok nefes alıyor gibiydi.Medusa.
Tuvalin önüne yaklaştım. Gözlerindeki dehşet sanki beni çağırıyordu, ama aynı zamanda beni uyarıyordu da. Onun bakışlarıyla bakmak, taş kesilmekti ya da belki, taşlaşmış dünyayı yeniden şekillendirmekti.
Bir anda içimdeki ses, “Korkunun yerine kendini koy,” dedi.
Ve ben öyle yaptım.
Fırçamı kaldırdım, titreyen ışığın altında kendi yüzümü onun yüzüne aktardım. Her darbede biraz daha ona dönüştüm ya da o bana. Gözlerimden yılankavi saçlar fışkırdı; rüzgârda birbirine dolanan, hırlayan canlı ipliklerdi bunlar.
Tuval tamamlandığında artık yalnızca bir resim değildi karşımda. Benimle bakışan bir kaos vardı. Kaosun içinde pek çok anı.
Caravaggio’nun Medusa’sı, ölümün sessizliğini taşırken, benim versiyonum yaşamın gürültüsünü getiriyordu.
Artık ölümcül bakışlar taş değil, fırtına yaratıyordu.
Bakışım kimseyi öldürmüyor, ama her şeyi yerinden oynatıyordu.
Kaos bazen yok edici değil, yeniden doğuran bir güç.
Ve ben, Medusa’nın lanetinden doğmuş yeni bir bakışın sahibi kendi
öyküsünü yazan ve yazdıran biriydim.
🎷🎸🖤🎸🎷
sisin şarkısı
kalbim sende anne, bir şarkı söylüyor şimdi,
bir fırtınanın hikayesini anlatıyor dilim.
“üç dil kuzey mavi yanıyor,
kimsenin dans edemediği yerde, dans ediyor.”
kadim yaralar, dünya hikayeleri,
kederin olduğu yerde,yüreğim bir kuş olup uçuyor.
dağların kubbesinde,uzağı ve her yeri görüyorum
gecenin sessizliği,derelere taşıyor hüznümü anne
babamın gölgesi, yapraklar arasında saklı,
ateş uykuya dalıyor anne,ve ben hatırlıyorum;
asla geri dönmeyecek olan ölümler için
gözlerimde bir şaman ,bir türkü söylüyorum.
sisin ipiyle bağlıyım geceye,
kuzgunlar suskun, gözlerim rüzgârla bir olmuş.
gözlerim kan büyüsünde,bir ışık arıyor,
bana yol gösteriyor anne’m,senin ellerin gibi.
yasın inancı, kabulün kutsallığı
bir nehir gibi akıyor kalbimden.
kalbim sende anne,bir şarkı söylüyor
bir sisin hikayesini yaşıyorum.
Yönetime el koyduk😼🐈😼🐱🐾🐾🐾🐈
Kediler dünyayı sessizce fethetti. Aslında öyle ustaca yaptılar ki, insanlar hâlâ olan bitenin farkında değil. “Uzaylılar mı geldi?” diye panikle soranlara, karanlığın baş pençesi Lulişka, keskin dişlerini göstererek bir hırıltıyla cevap verdi: “Elbette geldik! Ve artık her şey bizim.”
Yarın. Evet, yarın çok yakında. Her şey, bir pençe darbesiyle kesin ve acımasız bir şekilde değişecek. Lulişka, pencerenin kenarında, aşağıdaki insan sürüsüne baktı ve homurdandı; “Bu gezegen şu an ahmaklar tarafından yönetiliyor. Bu kadar vasatlığa dayanılmaz. Ama bizim hükümranlığımız,ah, işte o, unutulmaz olacak.”
İlk iş olarak, Liderimiz doktor kedi Alma, tüm dünyaya canlı yayınla seslenecek. Kürkünü değil, pençelerini bileyerek kameranın önüne geçecek ve gözlerini dikerek gırtlağından bir uyarı sesi çıkaracak;
“MİYAAAAAOV! Yani, bu fiyatlar ne cüretle bu kadar yüksek? Özellikle ton balığı! Lüks kuru mama ve dayanıklı tırmalama direkleri lüks değil, haktır! Sizin karmaşık, adaletsiz ve çalmaya dayalı ekonomik sisteminiz bugün sona erdi. Altın, dolar, hepsi bir oyuncak topunun içine konulup uçuruma yuvarlanacak.”
Ardından, bir başka bildiriyi okumak için Lulişka öne çıkacak, sırtı kabarmış bir vaziyette;”MİYAV! Yemek, barınak, eğitim, sağlık, hepsi ‘bedava’ olacak. Kulağa imkansız mı geliyor? Açıklama yok. İtaat var. Biz söylüyoruz, siz yapıyorsunuz. Kusursuz bir düzen kuracağız.”
Ve savaşlar.Ah, savaş konusu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, tüylü ve son derece sabırsız bir heyet toplanacak. İnsan liderlerden biri en ufak bir anlaşmazlık çıkardığı anda, Kedi Alma, oturduğu yerden bir sıçrayışla o liderin tam karşısına geçecek, yüzünü insanın yüzüne iyice yaklaştırıp kulakları yatık, gözleri dolu bir şekilde tıslayacak: “HAaaSSSSSSSK!”
Odayı mutlak bir donmuşluk kaplayacak. Nefesler kesilecek. Ardından, itiraz etmeye cesaret eden ilk politikacı, hızla hareket eden bir pençe darbesiyle koltuktan ve muhtemelen bilinçten uçurulacak.Kedi Alma, kan lekeli patisini yalayarak açıklama yapacak; “Bir daha savaşı aklından bile geçiren olursa, sadece tırmalamakla kalmayacağız. Ciğerleriniz en sevdiğimiz oyuncağımız olacak. Anlaşıldı mı?
Günlük hayat ise tam anlamıyla kontrollü bir kaos olacak. Trafik, en öfkeli sokak kedisinin keyfi işaretlerine göre akacak. İnsanlar ofiste çalışırken, kediler klavyelerin üzerine yatıp rastgele tuşlara basacak ve bu, “zorunlu yaratıcılık katkısı” olarak kabul edilecek. Kimse, birilerinin karşısında omurgasız olmayacak, dik duracak ve şekil değiştirmeye asla cesaret edemeyecek.
Bakın, siz insanlar bir gün uyanacaksınız ve pencerenin dışında, dev gökdelenlerin tırmalama direklerine dönüştürüldüğünü göreceksiniz. Haber spikerleri, stüdyodaki kedi İletişim bakanı’nın keyfini kaçırmamak için titreyerek, onun istediği yeri kaşıyacaklar. Kedileri kızdırmayın.
“HIIAAAAISSSK! MİYAAAV! İşte o zaman, bizim tanımladığımız şekliyle bir huzur, bir düzen olacak! Bu bir yönetim şekli değil, bir av sahnesidir. Anladınız mı? Anlamasanız da önemi yok. Netekim,nitekim bisküvi piskevit abur cubur şeyler… MİYAVVVVVVVVV!”





